Siz de kendinizi çaresiz ve sessiz çırpınışların içinde buldunuz mu? Sevdiğiniz birisinden ayrılıp evinize döndüğünüzde bütün odaların meğerki ne kadar küçük olduğunu hissettiniz mi? O güne kadar, özenle, büyük uğraşlarla her bir yanını döşediğiniz, içinde huzuru bulduğunuzu sandığınız evinizin aslında, bomboş ve hiç bir değeri olmadığını anladınız mı? Ne yatağınız, ne masanız, ne de koltuklarınız yalnızlığınıza ortak olabildi mi?
Odalarınız gerçekte boş muydu, yoksa ayrılıp yalnız kaldığınızda mı boşalmıştı? Sevdiğiniz eşyaların yerine kör ve dipsiz kuyular mı açılmıştı? Yalnız kaldığınızda mı fark ettiniz, her yanınızın uçurum, her yanınızın kapalı olduğunu?
Ve beni oraya bağlayan, gece yarılarında sokaklarda yürüten ve bütün bir kasabanın en tenha yollarını öğreten o aşktı. Bütün çıkmaz sokakların ve ana yolların nereden gelip nereye çıkacağını adım adım bilirdim kaçamak buluşmalarda. İri gövdesi ve kocaman dallarıyla bize kol kanat açan yaşlı söğüt ağacı da şahittir o buluşmalarımıza. Birde yağmurda uzun uzun beklediğimiz saçak altları ve otobüs durakları da şahittir. Ve çam ağaçlarının bulunduğu parkın en dip köşesinde bulunan masa ve oturağı da şahittir sevdamıza. Her seferinde cebimdeki mendille özenle temizleyip sildiğim masa şimdi hala duruyor mu acaba, bilmiyorum? Ve her buluşmamızda masanın üstüne kazılmış E ve K harflerini konuşurduk. Onların aşklarını konuşurduk. Hep merak ederdim, acaba o insanlar şimdi neredeler diye. O aşklar büyük aşklar mıydı? Ya bizim sevdamız? Bizim sevdamız küçük müydü? Küçüktü galiba! Çünkü ben masayı zedelememek için ne bir kalp resmi çizdim ne de isimlerimizin baş harflerini kazıdım o masaya. Şimdi düşünüyorum da, insanın ruhu zedeleniyor, kalbi parçalanıyor, dünyası kararıyor, bir masanın üstü bozulsa ne olur bozulmasa ne olur, değil mi? Şimdiki aklım olsa baş harflerimizi yazmakla kalmaz, ismimizin tamamını yazardım.