Merter makalesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin 100 yıllık tarihinde Atatürk’ün ortaya koyduğu kurucu değerlerine ne kadar sadık kaldığını irdelerken özellikle ‘Yurtta Sulh Cihanda Sulh’ ilkesinin Ortadoğu’daki gelişmeler ışığında ne kadar önemli olduğunun bir kez daha ortaya çıkmasına dikkat çekti.
Yüz yıl önce, Anadolu'nun topraklarında, kadim bir medeniyetin küllerinden yeni bir ulusun doğuşuna şahit olduk.
Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün önderliğinde, milletimiz tarihin en kritik dönemlerinden birinde, bağımsızlık ve özgürlük mücadelesini zafere taşıdı. Atatürk'ün ileri görüşlülüğü ve devrimci yaklaşımı, Türkiye'yi modern, laik ve demokratik bir cumhuriyet haline getirme vizyonunu ortaya koydu.
SORGULAMA ZAMANIDIR!
Yüz yıl sonra, bu vizyonun ışığında, Türkiye Cumhuriyeti'nin uluslararası alanda kazandığı saygınlığı ve içeride gerçekleştirdiği reformlarıyla, Atatürk'ün ideallerine ne kadar sadık kaldığımızı sorgulama zamanıdır. Bilim, sanat, ekonomi ve siyaset alanlarında gösterdiğimiz ilerlemeler, Cumhuriyetimizin ne kadar sağlam temeller üzerine kurulduğunun göstergesidir. Ancak, Atatürk'ün 'muasır medeniyetler seviyesi' hedefine ulaşabilmek için daha yapmamız gerekenler olduğunun da farkındayız. Bu nedenle, Cumhuriyetimizin yüzüncü yılında, geçmişimizi kutlarken, geleceğe dair hedeflerimizi ve ideallerimizi de yeniden gözden geçirmeliyiz.
‘YURTTA SULH, CİHANDA SULH’UN ÖNEMİ
100 yıllık bir süreçte, bir ulusun tarihinde ne kadar büyük değişimler yaşanabileceğini Türkiye Cumhuriyeti örneğiyle gözler önüne sermek mümkündür. Atatürk'ün 'Yurtta sulh, cihanda sulh' ilkesi, bu toprakların insanlarına sadece ulusal sınırlar içinde değil, uluslararası alanda da barışın ve işbirliğinin önemini hatırlatmaktadır. Bugün, dünya genelinde yaşanan ekonomik, sosyal ve siyasi değişimlerin ışığında, Atatürk'ün bu ilkesinin ne kadar değerli olduğunu bir kez daha anlıyoruz.
İNSANLIK ULUSU, HER ULUSUN ÖNÜNDEDİR
Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan bu yana eğitim, sanayi, teknoloji ve sosyal politikalar alanlarında gerçekleştirdiği atılımlar, uluslararası alanda saygınlığını artırmıştır. Bilimde, sanatta ve sporun her dalında yetiştirdiği başarılı bireylerle uluslararası arenada adından söz ettirmiştir. Ancak bu başarıların arkasında, Atatürk'ün 'Bilim ve fen nerede ise oradan alacağız ve her ulusun üstünde bir ulus vardır o da insanlık ulusudur' ilkesi yatmaktadır. Türkiye'nin uluslararası alanda elde ettiği başarıların temelinde, bu evrensel ilkelere bağlı kalma anlayışı bulunmaktadır.
100 YIL GEÇSE DE KURTULUŞUN REÇETESİ ATATÜRK İLKESİNDE YATIYOR
Ancak, bu başarılara rağmen, Cumhuriyetimizin karşılaştığı zorlukları da göz ardı etmemeliyiz. Özellikle iç ve dış siyasi dinamikler, ekonomik dalgalanmalar ve sosyal değişimler, Türkiye'nin önünde ciddi engeller olarak durmaktadır. Bu engelleri aşabilmek için, Atatürk'ün vurguladığı 'hürriyet ve bağımsızlık benim karakterimdir' ilkesini hatırlamalı ve bu ilkeye sıkı sıkıya bağlı kalmalıyız. Özgürlüğün ve bağımsızlığın değerini bilmek, hem bireylerin hem de ulusların kaderini değiştirebilir.
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren Türkiye, çağdaş medeniyetler seviyesine ulaşma hedefiyle bir dizi reforma imza atmıştır. Bu reformlar; dil, hukuk, eğitim ve ekonomi gibi temel alanlarda gerçekleştirilmiştir. Ancak bu reformların ardında yatan asıl amaç, toplumu bilimin ışığında aydınlatmak, bireylerin fikri hür, vicdanı hür bir nesil olarak yetişmelerini sağlamaktı.
“BİLGİ KİRLİLİĞİYLE BAŞ ETMEKTE ZORLANIYORUZ”
Bilgiye erişimin, bireyin özgürlüğüne doğrudan etki ettiği bir çağda yaşıyoruz. Bu nedenle, Atatürk'ün 'Hayatta en hakiki mürşit ilimdir' sözü, günümüzde dahi rehber olmaya devam ediyor. Ancak bilgiye erişim kolaylaştıkça, bilginin doğruluğunu sorgulama ihtiyacı da artıyor. Post-modern çağın getirdiği en büyük zorluklardan biri, bilgi kirliliğidir. Bu kirlilik içerisinde doğru bilgiye ulaşmak, bireyin entelektüel kapasitesini zorlayan bir süreç haline gelmiştir.
KÜLTÜREL ÇEŞİTLİLİK DEZAVANTAJ DEĞİL AVANTAJDIR…
Türkiye, tarihsel süreci boyunca birçok medeniyete ev sahipliği yapmış, bu medeniyetlerin birikimlerini bünyesinde barındırmıştır. Bu birikim, kültürel zenginliğimizin yanı sıra, düşünsel çeşitliliğimize de katkıda bulunmuştur. Ancak bu çeşitlilik, aynı zamanda birçok farklı perspektifi bir araya getirme zorunluluğunu da beraberinde getirir. Bu zorunluluk, entelektüel bir yaklaşımın ve eleştirel düşüncenin önemini ortaya koyar.
100 YIL SONUNDA CHP’NİN DURUMU
Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan bu yana ulusun temsilcisi olmuş, modernleşme ve laiklik ilkesini savunmuş bir parti olarak tarihe damgasını vurmuştur. Atatürk'ün kurduğu bu partinin ana misyonu, Türkiye'yi muasır medeniyetler seviyesine taşımaktı. Bu doğrultuda, CHP, ülkenin siyasi, sosyal ve kültürel yapısını dönüştürmeyi hedefleyen reformlara öncülük etmiştir.
Tarihsel süreç içerisinde CHP, demokrasinin teminatı olmuş, bireysel özgürlüklerin ve sosyal hakların savunucusu olarak hareket etmiştir. Parti, toplumsal eşitliği ve adaleti esas alarak, bireyin hak ve özgürlüklerini koruma altına almıştır. Ancak bu misyon, zamanla karşılaşılan zorluklar ve değişen siyasi dinamiklerle sürekli olarak yeniden tanımlanmıştır.
Entelektüel bir perspektiften bakıldığında, CHP'nin üstlendiği misyon sadece siyasi bir hareketi değil, aynı zamanda bir düşünsel hareketi de temsil eder. Parti, toplumsal değişimin öncüsü olmanın yanı sıra, bilimsel ve kültürel ilerlemenin de savunucusudur. Bu bağlamda, CHP'nin entelektüel birikimi, Türkiye'nin modernleşme sürecine katkıda bulunmuştur.
TÜRKİYE’NİN GELECEĞİ İÇİN KRİTİK
Günümüzde, CHP'nin karşı karşıya olduğu zorluklar ve siyasi rekabet, partiye yeni bir misyon tanımlama ihtiyacını doğurmuştur. Bu misyon, geçmişteki değerlerle uyumlu olmalı, ancak aynı zamanda günümüzün globalleşen dünyasındaki değişen dinamiklere de cevap verebilmelidir. Bu bağlamda, CHP'nin entelektüel bir yaklaşımla, toplumsal değişimin öncüsü olma misyonunu sürdürmesi, Türkiye'nin geleceği için kritik bir öneme sahiptir.
DEĞİŞİMİN ÖNEMİ
Değişim, tarih boyunca toplumların, devletlerin ve bireylerin hayatında kritik bir rol oynamıştır. Statik bir yapı içerisinde kalmak, zamanla gerilemeye ve durağanlaşmaya yol açar. Bu nedenle, dinamik bir yapıya sahip olmak, toplumların ve devletlerin sürekli olarak ilerlemesini ve gelişmesini sağlar.
Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), Atatürk'ün vizyonunu taşıyan ve bu vizyon doğrultusunda değişimi savunan bir parti olarak tarih sahnesinde yer almıştır. CHP, demokrasi ve laiklik ilkeleri üzerine kurulu bir yapıya sahip olup, toplumsal değişimin ve ilerlemenin öncüsü olmuştur. Parti, tarihsel süreç içerisinde birçok zorlukla karşılaşmış olsa da, değişimin ve yeniliğin önemini her zaman vurgulamıştır.
Ülke olarak bakıldığında, Türkiye'nin coğrafi konumu, tarihsel birikimi ve kültürel zenginliği, değişimin ve adaptasyonun önemini daha da artırmaktadır. Türkiye, doğu ile batının kucaklaştığı bir coğrafyada yer almakta olup, bu coğrafi konum, ülkeye hem zenginlikler kazandırmış hem de birçok zorlukla karşılaşmasına neden olmuştur. Ancak bu zorluklar, değişime adapte olma ve yenilikçi bir yaklaşım benimseme kapasitesini artırmıştır.
Değişim, Atatürk'ün vizyonu, CHP'nin misyonu ve Türkiye'nin tarihi süreç içerisindeki konumu açısından vazgeçilmez bir öneme sahiptir. Değişime adapte olmak, yenilikçi bir yaklaşım benimsemek ve bu değişimi yönetmek, Türkiye'nin geleceği için kritik bir öneme sahiptir.
Cumhuriyetin temel değerleri olan laiklik, demokrasi ve hukukun üstünlüğü, Türkiye'nin modern bir ulus devleti olma yolundaki en büyük rehberleri olmuştur.
CHP, bu değerlerin koruyucusu ve savunucusu olarak, Türkiye'nin siyasi hayatında kritik bir role sahip olmuştur. Parti, tarihsel süreç içerisinde birçok değişim ve dönüşüm yaşamış olsa da, Atatürk'ün vizyonuna olan bağlılığını hiçbir zaman kaybetmemiştir. Bu bağlılık, hem partiye hem de Türkiye'ye yol gösterici olmuştur.
Değişim, hem bireyler için hem de toplumlar için kaçınılmazdır. Ancak bu değişimin nasıl yönetileceği, toplumların geleceğini belirleyen en önemli faktörlerden biridir. Türkiye, tarihsel süreç içerisinde birçok değişim ve dönüşüm yaşamıştır. Ancak bu değişimler, her zaman toplumun temel değerleriyle uyumlu olmuştur. Bu uyum, Türkiye'nin hem bölgesel hem de uluslararası alanda saygınlığını artırmıştır.
Sonuç olarak, Türkiye Cumhuriyeti'nin yüzüncü yılında, geçmişteki başarılarıyla gurur duyarken, geleceğe dair hedeflerimizi ve ideallerimizi de yeniden gözden geçirmeliyiz. Atatürk'ün 'muasır medeniyetler seviyesi' hedefine ulaşabilmek için, bilimsel ve entelektüel bir yaklaşım benimsemeli, toplumsal değişimin ve ilerlemenin öncüsü olmalıyız. Bu vizyon, Türkiye'nin hem bölgesel hem de global alanda daha güçlü ve saygın bir konuma gelmesini sağlayacaktır.
TÜRKİYE ATATÜRK’ÜN İZİNDEN GİDEREK ORTADOĞU’YA BARIŞI GETİRMELİ
Orta Doğu, tarih boyunca karmaşık siyasi ve sosyal dinamiklere ev sahipliği yapmış, bu nedenle de sürekli bir çatışma ve gerilim bölgesi olmuştur. Son olarak, Israel ile Hamas arasındaki çatışma, bu karmaşık dinamiklerin yeni bir örneğidir. Hamas'ın gerçekleştirdiği saldırılara İsrail'in verdiği tepkiler, bölgedeki dengeleri tehdit eden bir boyuta ulaşmıştır. Bu gerilimin, Lübnan, Hizbullah, İran ve diğer Arap ülkelerini de içine alarak genişlemesi, uluslararası bir çatışmanın fitilini ateşleyebilir. Özellikle ABD ve batılı müttefiklerinin bu çatışmaya dahil olması, dünya tarihindeki en büyük savaşlardan birinin başlangıcı olabilir.
Bu kritik dönemde, Türkiye'nin dış politika vizyonunun ne olması gerektiği sorusu önem kazanmaktadır. Tarih boyunca, Türkiye, Atatürk'ün "yurtta sulh, cihanda sulh" ilkesiyle hareket ederek, barışçıl bir dış politika izlemiştir. Atatürk, Lozan Barış Antlaşması'yla sadece savaşın yaralarını sarmakla kalmamış, aynı zamanda Türkiye'nin uluslararası arenada saygın bir konuma gelmesini sağlamıştır. İsmet İnönü'nün İkinci Dünya Savaşı sırasında gösterdiği dirayet, ülkenin bu büyük savaşın dışında kalmasını sağlamış, Türkiye'nin menfaatlerini korumuştur. Bu tarihsel örnekler, Türkiye'nin ulusal menfaatlerini korurken barışçıl bir dış politika izleyebileceğini göstermektedir.
Ancak, maalesef artık, AKP iktidarı, Orta Doğu'da yaşanan çatışmalarda denge politikasını terk etmiş gibi görünmektedir. Özellikle Rusya ve Ukrayna arasındaki çatışmada izlenen denge politikası, Türkiye'nin menfaatlerini ve bölgesel gücüne koruma vizyonuna sahip. Keşke İsrail-Filistin konusunda da aynı dikkati gösterebilseydi iktidar.
Orta Doğu'da yaşanan çatışmaların uluslararası bir boyuta taşınması, tüm dünyayı etkileyebilir. Türkiye, Atatürk'ün "yurtta sulh, cihanda sulh" ilkesini hatırlayarak, barışçıl bir dış politika izlemeli, bölgesel ve uluslararası dengeleri koruma vizyonundan sapmamalıdır. Tarihimiz, bu vizyonun ne kadar değerli olduğunu göstermektedir.
İTTİHAT VE TERAKKİ'NİN GÖZ ARDI ETTİĞİ DERSLER
Tarih, milletlere değerli dersler sunar. Ancak bu derslerden yararlanabilmek için geçmişte yapılan hataları kabullenmek, anlamak ve bu hatalardan ders almak gerekir. Türkiye'nin modern tarihinde, İttihat ve Terakki'nin Birinci Dünya Savaşı'na girmesi bu türden önemli bir dönüm noktasıdır.
İttihat ve Terakki, Osmanlı İmparatorluğu'nu modernleştirmeyi amaçlayan bir hareket olarak ortaya çıktı. Ancak bu hareketin liderleri, dış politikada stratejik hatalar yaparak imparatorluğu dünyanın en büyük savaşlarından birine soktular. Bu karar, imparatorluğun sonunu hızlandırdı ve milyonlarca insanın hayatını etkiledi. Savaşın sonunda, imparatorluk toprakları işgal edildi, ekonomisi çöktü ve halkı yoksullukla karşı karşıya kaldı.
Atatürk'ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti, bu yıkımın üzerine inşa edildi. Cumhuriyetin kuruluş felsefesi, ulusal egemenliğe ve bağımsızlığa dayanıyordu. Atatürk, barışçıl politikasıyla, Türkiye'yi dış çatışmalardan uzak tutmayı hedefledi. İnönü'nün İkinci Dünya Savaşı sırasında gösterdiği dirayet, bu ilkenin ne kadar değerli olduğunu kanıtlar niteliktedir.
Günümüzde, Orta Doğu'da yaşanan çatışmalar ve uluslararası gerilimler, Türkiye'nin dış politika vizyonunu tekrar gözden geçirmesi gerektiğini gösteriyor. İttihat ve Terakki'nin Birinci Dünya Savaşı'na girmesiyle yaşanan felaketler, bugünkü liderlere, dış politika kararlarını alırken tarihten ders almanın önemini hatırlatmalıdır.